16 Ocak 2014 Perşembe

1830’ların Kastamonu’su nasıl bir yerdi?..





1830’ların Kastamonu’su nasıl bir yerdi?..



“Kastamonu tarihinde seyahate devam edelim” diye düşündüm. Bir önceki yazıda, 1940’ların Kastamonu’suna şöyle bir bakmıştık. Şimdi ise daha gerilere gidip 1830’ların Kastamonu’sunu bir yabancı seyyahın gözünden izleyelim…
Seyyahımız bir İngiliz. Kendisi cerrah, jeolog, coğrafyacı ve elbette bir gezgin araştırmacı olan ve 1807-1896 tarihleri arasında yaşamış William Ainsworth… Seyyah’ın birbirinden alakasız gibi görünen meslekleri olabilir ama 19. yüzyıl Avrupa’sının entelektüelleri gerçekten de birkaç bilim dalında uzmandılar. Bu nedenle de bir kişinin hem cerrah hem de jeolog olması o dönemde pek de şaşırtıcı değildi.
Ainsworth, 1836 ile 1838 yılları arasında içinde Asia Minor yani günümüz Türkiye, İran, Ermenistan ve Basra Körfezini de içinde alan geniş bir araştırma yolculuğun çıkar. Yanında Russlle ve Rassam adında iki yoldaşı da bulunmaktadır. Bu uzun yolculuğunun notlarını ise iki cilt halinde 1842 yılında yayınlar.
Dönem yabancı seyyah ve araştırmacıları elbette ki İstanbul’daki saraydan yani en yetkili kurumdan izin alarak imparatorluk dâhilinde dolaşabiliyorlardı. Saray’dan kendilerine verilen bir ferman ile gittikleri yerlerde vali, paşa, mütesellim, ayan gibi resmi makamlardan kendilerine ihtiyaçları doğrultusunda hürmet ve yardım ediliyordu. Seyyahların yanlarında da genellikle bölgeleri tanıyan ancak her eyalet ya da kentte değiştirdikleri bir yerel mihmandarları da bulunmaktadır.
Seyyahımız 1838 sonbaharında Kastamonu gözlemlerini not defterine düşer. Kendisi İstanbul’dan başladığı yolculuğunda İzmit üzerinden Karadeniz sahili boyunca sürdürür ve Filyos’tan rotasını içeri kırarak devam eder. Önce Safranbolu’ya ulaşan seyyah buradan Eflani üzerinden Daday ilçemiz sınırlarına girer. Ainsworth, bir coğrafyacı ve jeolog olması nedeniyle gezisinde sık sık jeolojik gözlemlerine, coğrafi tanımlarına yer verir. Ancak bir araştırmacı olarak geçtiği yerlerin nüfus, sosyal, durum, ekonomisi ve toplumu üzerine de değerli bilgiler sunar.

Bakır Küresi:
Sabah olduğunda henüz Küre’nin mülki amiri ile görüşmeden çevreyi dolaşır seyyahımız ve bilgiler aktarır. Genel anlamda Küre’yi etkileyici, dağlarla çevrelenmiş bir yer olarak niteler. Yakın zamana kadar türbesi bulunan Bakır Sultan’ın bulunduğu tepenin oldukça etkileyici, eski madencilik çalışmaları nedeniyle de eteklerinin atık topraklardan dolayı kıpkırmızı olduğunu söyler. İlçeyi Kızıl-Kara Dağ, Kirnak Dağı Kaza Yusof Dağının çevrelediğini, ve yükseklerden bakıldığında bir yanda Alkas (Ilgaz) Dağı diğer yanda da Karadeniz’in görüldüğünü söyler. Ayrıca Arsizler Kaya dediği günümüz Ersizleredere Kanyonu’nun da kireçtaşı bir uçuruma sahip olduğunu yazar.
Bu arada sanırım Ersizlerdere ismiyle ilgili ilimizde süregelen bir şehir efsanesinin de altının boş olduğu çıkıyor. Kimi söylemlerde Kurtuluş Savaşı, kimi söylemlerde de Çanakkale Savaşlarına giden köyün tüm erkeklerinin şehit olması nedeniyle bu ismi aldığı söylenen mevkinin; aslında 1830’larda da var olduğu, hele ki bir yer isminin aniden de konamayacağı için de aslında daha eskilerden beri var olduğu görülmekte.
Küre’nin Mülki Amiri geldiğinde seyyahımız devlet madenlerini de inceleyebilir izninin olduğu fermanı göstermesine karşın, mülki amir misafirlerine karşı pek de sıcak davranmaz. Yine de madenleri gezebilen seyyahımız, maden sahasında 16 fırının olduğunu ve bu fırınların bazılarının su değirmenleriyle çalışan körüklerle beslendiğini söyler. Maden galerinin bir kısmının çöktüğünü, bir kısmının da su dolduğunu belirten Ainsworth; iş gücünün mahkûm ve zorunlu işçilerden sağlandığı belirtir.
Madenlerin tarihi hakkında da bilgi veren seyyah; madenlerin özellikle Candaroğlu Beyliği’nin son döneminde çok yoğun kullanıldığını; Sinop Prensi olarak adlandırdığı Candaroğlu İsmail Bey’in, İstanbul’un fethi esnasında madenlerden gelen paralar ile Fatih Sultan Mehmet’e yardımcı olduğunu belirtir.
Kentte çok güzel bir cami (Akşemseddin Cami) ile 200 kadar yoksul madenci evleri olduğunu, genel anlamda ilçenin yoksul, işsizliğin fazla ve harap olarak göründüğünü belirtir.
Gün içinde incelemelerini tamamlayan ekip, Küre’yi Tırnak Dağı tarafından ter eder ve İkizciler Köyü üzerinden Devrekâni’ye doğru ormanlar içinden yol alırlar. Belli bir zaman sonra Devrekâni Ovasına ulaşan seyyahlar; bölgede köy yoğunluğunun ve ekili arazinin fazlalığından bahsederler. Bölgede 40 köy bulunduğunu notlarına ekleyen seyyahımız, buradan ayrıldıklarında ağaçsız bir yoldan ilerlediklerini ve Kastamonu’ya vardıklarını belirtir.

***
Hareketli bir şehir Kastamonu
Kastamonu’da ilk sabahına Ainsworth, valiyi ziyaret ile başlar. Kendisinin hasta olması nedeniyle ilaçlar tavsiye eden seyyahımız gün içerisinde yeniden valiyi ziyaret edecek ve bazı konular üzerinde konuşma fırsatı da bulacaktır. Bu konuşma içinde vali ülke ekonomisi için yeni kaynakların gerekliliği, yerel yönetimlerde valilerin sık değiştirilmesinden kaynaklı uzun vadeli projelerin yapılamadığı gibi konular konuşulur.
Ainsworth, Kastamonu’yu oldukça ayrıntılı bir gözlemle tanımlar:
Kastamuni büyük, kalabalık ve hareketli bir Türk kenti ve içinde bulunduğu vadiyi kaplamış. Şehrin batısında bir başka vadi var, burası da yoğun yerleşim görmüş bir banliyö olan yer Hisar Ardi (Hisarardı) olarak biliniyor. Kayalık uçurumun üzerinde ise antik bir kalenin kalıntıları var.
Toplamda ev sayısı 12 bin ve 48 bin nüfus var. Bunun içinde 110 ev Greklerin, 20 ev de Ermenilerim. Greklerin Vaftizci Jhon’a adanmış küçük bir kiliseleri varken, Ermeniler ise dua etmek için bir hanı kullanıyorlar. Şehirde 36 minare saydık ve 24 adet de hamam bulunmakta.
Yün Kastamonu’nun başlıca ticaretini oluşturur, ki Angora’nın (Ankara Kaşmiri) üretimi kadar iyi olduğu söylenmektedir. Erkekler genelde bakır işinde çalışır, kadınlar Cilicia Adana’dan getirilen pamuk işinde ve bunlar yelken bezi haline getirilerek İstanbul’a gönderilir. Onlar ayrıca pamuk baskı ve deri tabaklama yaparlar ama bu ikincisi Taşköprü öne çıkar. Onların söylediğine göre 22 baskı evi, ve bunların her birinde 4 ile 8 pres, ayrıca 22 boyama evi, bunlardan altısı kırmızı 16’sı ise mavi boya için. Burada sadece 2 tane tabakhane bulunmakta. İlde üzüm yetiştiriciliği yoktur, şarap (Tosya) getirilir, pirinç Tosiyyah ve Boi-abad’dan (Boyabat), az miktarda ipek yine Boi-abad’dan, karpuz Tash-Kopri ve Gökırmak üzerindeki bahçelerden getirilir.
Burada 4 sabit tekke ve 2 adet de gezici dervişler vardır. Kale oldukça kaba yapıdır ve üzerinde bulunduğu kayalık gibi kumtaşından yapılmıştır. Kireç ve çakıl karışımlı harcı vardır. Kulelerin üçü yuvarlak ve 50 ft yüksekliğinde, diğerinde kiremitler kullanılmış ve biri kare, dış duvar daha özenli yapılmış, büyük kayalar kullanılmış, muhtemelen daha geç bir tarihe ait bir kısım, Mr. Russell’in planına göre kale kare plan gösterir ve 414 feet uzunlukta ve 60 feet genişliktedir. Kastamuni’nin eski tarihine bakılacak olursa, kale kalıntısının hâkimiyetinde bize kendini gösterir. Antik ismiyle Constambol, Kastambol bu şehrin dışarıda bilinen en yaygın ismidir. Eski araştırmacıların bir kısmı, buranın antik ismi olarak Germanicopolis derler, ancak modern çalışmalar burayı Castamona olarak gösterir ki muhtemelen Castra Comnen’in kısaltmasıdır.
Kastamonu her zaman Türklerin hâkimiyeti altında oldu, sanjak (sancak) ya da eyaletin başkenti, uzun süre Pahsa ikametindeydi; ama mevcut sultanın ekonomik reformları altında Angora Pasha’nın altındaki mütesellimin koltuğu yapılmıştır.
Bir yüzyıldan daha az bir süre önce Hıristiyanlar bu şehirden önce uzaklaştırıldı ve Gökırmak yakınındaki Gaur Köi’ne (Gavur Köyü-Hacıbey Köyü) yerleştirildiler. Onlar şehirdeler ve külliye içinde ticaret yaparken kiliseleri yoktu, sadece eski mezarlıkları vardı, şimdiki padişah (II. Mahmud, 28 temmuz 1808-1 temmuz 1839) bir ferman ile ve onların bir kilise inşa etmesini ve ölülerini de ata yurtlarına yakın yerlere gömmeleri için onları garanti altına aldı
Kastamonu’nun nüfusu ve kapsamı olarak Asia Minor’un yani Anadolu’nun en güzelleri arasında yer almaz ve ticareti de önemsizdir. Evlerin çevresinde yeni cami ve kışlalar yükseliyorsa da kaba ve bakımsız binalar daha yoğundur. Evler iki katlı olmasına rağmen zayıf ve hastalıklı görünürler. Sokaklar dar ve kirlidir. Şehir merkezinde derin bir kanal ile yıkanır ve tüm toplanan atık sular da buraya dökülür
Kastamonu veba hastalığı tarafından sık ziyaret edilmez, daha çok kötü ateşi ile ünlü olan malarya (sıtma) görülür, bu hastalık ölümcül bir tip olduğu söylenir.

***
Taşköprü’ye Yolculuk
Kastamonu’daki incelemeleri sonrasında Taşköprü’ye devam eden seyyahımız, bölgenin yoğun bir şekilde tarımsal faaliyetlerde kullanıldığındı söyler.
Elbette o tarihlerde fotoğraf olmadığı için, seyyahlar gravür adı verilen çizimler yapmaktaydılar. Ve seyyahımız Ainsworth’da Taşköprü’nün bir gravürünü çizmiş ve ilçenin betimleyen bir görüntüyü 1830’lardan günümüze taşımıştı.
Ainsworth, Taşköprü’yü betimlemek için ilçeye adını veren taş köprüden başlar. Ancak bu betim bugün bildiğimiz tüm bilgileri değiştirecek niteliktedir. 75 yards uzunluğunda yani metrik olarak 68 metre olarak bugünkü bilinen uzunluğunu verir. Ancak, bu 68 metre uzunluğundaki köprünün aslında 4 kemerle taşındığını ve kendisinin ilçeyi ziyaretinden kısa bir süre önce 2 antik kemerin kaldırılarak yerine daha kötü işçilikle yapılmış 3 kemerle değiştirildiğini belirtir. Ve biz bu bilgiyi aslında 1818 yılında Taşköprü’nün antik Pompeopolis kenti olduğunu kanıtlayan Pascal Fourcade isimli Fransız Hükümeti’nin Sinop konsolosu olan kişinin notlarının da doğrulamaktayız.
Öte yandan köprünün tarihçesine dair bazı bilgileri de buradan vermek lazım. Bir kısmı resmi olmakla birlikte, bazı internet siteleri ve kaynaklarda ilçeye ismini veren bu köprünün Candaroğulları Beyliği döneminde, “Yağmur Beyin oğlu Ali Bey tarafından 1366 yılında Celalettin Beyazıt adına yaptırılmıştır” ibaresi bulunmakta. Ancak şunu biliyoruz ki; Yıldırım Beyazıt’ın Candaroğlu üzerine yürüdüğü bir seferde kullandığı Bizanslı paralı askerlerden olan bir soylu 1391 yılında yazdığı bir mektupta Taşköprü’deki tamamen Roma çağından kalma sütunlarla bezeli bu köprüden bahseder. Öte yandan Türk mimarisinde sütunlarla süslenmiş bir köprü mimarisi yok. Bir başka nokta da bugün bildiğimiz köprü 7 kemerli köprü aslında çok yakın zaman da oluşturuldu. Çünkü 1830’lu yıllara kadar 4 kemerli olan köprü bu dönemde 5 ve ilerleyen zamanlarda da 7 kemerli bir boyuta ulaştı. Ayrıca seyyahlar bu köprünün tamamen antik parçalarla yani devşirme malzemelerin kullanılarak yapıldıklarını da söylerler.
İlçeye girdiklerinde mülki amir karşılar seyyahları. Kendi dairesini tahsis eder kalmaları içim ilk geldikleri gün de izzet-i ikramda bulunur. Şehirde 1500 ev, 10 minare, 2 han ve 1 hamam sayarlar. Nüfusun çoğunluğu deri tabaklamam ve demircilikle uğraştığını belirtirler. Araştırmacıların ana ilgi alanı ise ilçenin her yanına dağılmış antik kentten geriye kalan ve her yanda kullanılmış devşirme parçalardır. Bu arada ilçe girişinde yer alan bir medreseyi ziyaret eder seyyahlarımız. Ve burası hem devşirme antik parçalarla yapılmış ve içinde de yine birçok antik kalıntıyı toplamıştır. Bu medrese ise günümüze maalesef ulaşmayan Muzaffereddin Medresesi’dir. Medrese ve çevresinde, ayrıca ırmak boyunca antik parçalar ve yazıtlar bulan seyyahlarımız bölgenin antik Pompeiopolis kenti olduğunu kanıtlayan yazıtları okurlar.
Seyyahımız daha sonra, Taşköprü’den ayrılarak kuzey doğuya yönelir. Işık Dağı, sınırlarına girer ve Hazinedaroğlu Köyü varırlar. Burada yine antik çağdan kalma bir kaleyi ziyaret ederler. Buranın ismi ise Kız Kalesidir. Buradan doğuya olan yolculuklarını devam ettiren seyyahlarımız muhteşem bir orman içinde yolculuklarını sürdürerek Boyabat’a doğru ilerler.


kastamonugazetesi.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder